1 Şubat 2021 Pazartesi

İvan İlyiç'in Ölümü

 


  İvan İlyiç'e ölmek mi acı veriyor yoksa ‘’doğru’’ yaşadığını sandığı hayatını ‘’yanlış’’ yaşadığını düşünmeye başladığı andan itibaren mi ölmeye başlıyor? Ve ölüm döşeği mi ona bu sorguyu yaşatan? Ölmek. Amansız bir hastalık... Gün boyu yatmak ve acı çekmek. Bunlar aslında yanlış hayatın metaforları mı?

  Bu kitapta görüp görebileceğimiz tüm klişeler mevcut aslında. Çok okuyan birine yavan gelecek nitelikte bir içerik bile denebilir. Niyetim burada kitabı yermek değil.  Vurgu yapmak istediğim şey Tolstoy’un bu kadar klasik bir konuda 85 sayfada tüm bu metaforlarla, içsel konuşmalarla, kendimizi çözmeye yönelten sorularla bize ne kadar büyük kazanımlar sağladığı.

  İvan hep sevimli, başarılı, mutlu olmuş olan biri. Ancak İvan bunun hep böyle olduğunu sanırken, ölümü beklemeye başladığından itibaren işin iç yüzünün hiç de öyle olmadığını görüyor. Çocukluğuna, anılarına döndükçe ve o günlerden bu hasta günlerine doğru geldikçe yetişkin olmakla, bir hayat kurmakla aslında mutluluğun bunlarla ne kadar ters orantılı olduğunu görüyor. Acılar hayattan bir şeyler elde ettikçe azalmıyor. Bilakis etrafımızda insanlar çoğaldıkça, terfi aldıkça, para kazandıkça, bir evimiz, yeni mobilyalarımız oldukça, bir çocuk dünyaya getirip onu yetiştirdikçe bizim mutluluğumuz artmıyor. Hayat sevinci ters orantılı bir şekilde azalmaya devam ediyor. İnsan hayat yolunda ilerledikçe  ölüme daha da yaklaşıyor. Bir gün hayatın sona ereceği gerçeği aklımızda belirlemese bile, yaşantımızda kendini gösteriyor.  Bir tohumu toprağa atmak, filizlenmesini beklemek, onu sulamak, bir meyve ya da sebze haline gelmesini beklemek. İlk süreçler ne kadar da keyif vericidir değil mi?  Peki ya olgunlaştıktan sonrası? Yiyip bitirdiğimiz, aç gözlülüğümüze kurban ettiğimiz o meyve ya da sebze gibi hayatta. 

  Tolstoy’un olgunluk dönemi eserlerinden olan İvan İlyiç’in Ölümü bize yaşamlarımızın özetini sunar nitelikte. Okumanızı tavsiye ederim.


19 Ocak 2021 Salı

KOSMOS

                               


                              '' Sol elin başımın altında olsun, sağ elinle beni kucakla ''




Yönetmen: REHA ERDEM

Gösterim tarihi: 2010


      Kosmos nedir?

  Eski Yunanca’da ‘’düzenlemek, güzelleştirmek’’ anlamına gelir. İlkçağ yunan felsefesinde ise ‘’evren, evrenin düzeni, görünür dünyanın uyumlu birlikteliği’’ olarak karşılık bulur.

 Kosmos filmi bize düzen ve düzen bozan, iyilik ve kötülük, ölüm ve yaşam gibi zıtlıkları bir karakter üzerinden anlatıyor. Battal ismindeki bu karakter filmde de kendisini ‘’Kosmos’’ olarak adlandırıyor. Bilgelik dağıtan sözler çıkıyor ağzından bir derviş gibi, bir şaman gibi şifa dağıtıyor hastalara ve çaresizlere ama  birden bir hırsız da oluveriyor…

 Battal, bir seyyah. Nereden geldiği ve nereye gittiği belli değil. Şifa dağıtan ellere, düşündüren sözlere sahip. Kendisinin aradığıysa ‘’Aşk’’. Aşk onun ruhuyla bedenini birleştiren, tüm insani kaygılarıdan arındıran bir yücelik hissi. O yüzdendir ki maddiyatla hiçbir ilişkisi olmayan, cebinde beş parasız gezen, yeme- içme derdini çoktan aşmış biri. Çalışmaya yüz çevirmiş. Nedeni ise yüreği emeğinin karşılığında bir şey beklemesin diye. İnsan için yemeden içmeden ve emeği ile canını sevindirmeden başka bir şey yok. Halbuki o bir aşk hastası. Gönül derdine düşmüş bir can. Nar cennetlerinde, diri sularda aradığı onu kendisinden geçirecek bir aşk tek isteği. Bu aşkı da kurtardığı çocuğun ablası olan ve ona Neptün diye seslenmesini isteyen kızda buluyor. 

 Battal’ı filmin ilk sahnelerinde kar kış kıyamette çağlayan derelerin arasından inerken görüyoruz. Dereye düşmüş bir çocuğu kurtarıyor. Cansız bedene can veriyor. Bir kuş gibi cıvıldıyor Battal, bazense bir kurt gibi uluyor. Bu sesler peşimizi film boyunca bırakmıyor ve filmin masalsı yanına çok büyük katkıda bulunuyor. Çocuğu kurtardığı haberi kendisinden önce varıyor şehir merkezine. Daha sonra Battal’ı bir kahvede otururken görüyoruz. O bir yabancı.Yerliler onu kabul etmekle etmemek arasında kalmış. Çünkü bir yandan ulvi bir tarafı var gibi bir yandan da sözleriyle, değişik yaklaşımlarıyla yarattığı gizemli bir hava. Ona bir yandan minnet duyuyorlar bir yandan da korkuyorlar. Kars’ın yoğun kar altındaki kaotik atmosferi de bu gizemli ve masalsı olaylara güçlü bir arka plan oluşturuyor.




 Film ilerledikçe Battal’ın birkaç kişiye daha şifa olduğunu görüyoruz. Bu sırada Battal’ın da şehre gelmesiyle hiç olmayan şeyler olmaya başlıyor. Bir hırsız dadanıyor dükkânlara. Bariz şekilde Battal’ın olup olmadığı gösterilmiyor filmde. Fakat ceket gibi ayrıntılar ve bir kadına ilaç almasında yardım etmek için kutu kutu istiflediği ilaçlardan anlıyoruz ki hırsız da kendisi. Aslında Battal’ın içinde inanılmaz bir şefkat duygusu var. Ne yapıyorsa bu yüzden yapıyor. Onu yönlendiren şefkat duygusu. Fakat filmin sonlarına doğru görüyoruz ki Battal’ın gücü iyileştirdiği gibi hasta da ediyor ve hatta öldürüyor da. Uyumsuzluk, kaos bu anda başlıyor. Yerliler Battal’ı taşlamaya, üzerine gitmeye başlıyorlar. Nihayetinde de dertlilere derman getiren Kosmos kovuluyor bu yabancısı olduğu yerden. Onun o ince ve çocuksu sesi, naif karakteri, kudretli oluşu tek bir hata ile ( yada olumsuzluk diyebiliriz)  unutuluyor ve düzen bozan kişi oluyor. Hâlbuki gelip geçici olduğumuz bu dünyada güzelleştirmeye çalışıyor gittiği yerleri. Filmin sonunda yine anlıyoruz ki İnsanoğlu nankör ve her defasında içgüdülerinin kurbanı. Erdemlilik, iyi niyet, güzel karakterli olmak gibi kavramlara hala çok uzak. Türk sinemasının kilometre taşlarından. Mutlaka izlenmeli. 




1 Mayıs 2020 Cuma

SARI MERCEDES





 Sarı Mercedes, Adalet Ağoğlu’nun Fikrimin İnce Gülü isimli romanından uyarlanmış bir başyapıt. Dönemin sanat filmi kategorisine girebilecek, özgün senaryosu ve bir yol filmi olma özelliği ile de çok dikkat çekici.
 Filmin kahramanı Bayram, memleketi Ankara’da tamirhanede çalışan biridir. Arkadaşından edindiği bilgiler doğrultusunda kooperatif aracılığı ile Almanya’ya göç etmeye karar verir. Bu kısımları film süresince sadece geriye dönük sekanslardan öğreniyoruz. Yoksa film bir yol filmi. Hatta öyle bildiğimiz türdekilerden değil. Tunç Okan yine bir yeniliğe imza atmış bu noktada. 
 Yol filmlerini bilirsiniz. Kahramanlar yol boyunca birçok şeyle karşılaşır ve badireler atlatırlar. Sonunda ise güzele, iyiye ulaşırlar. Bunda ise durum tamamen farklı. Kahramanımız Almanya’ya gitmiş, orada senelerce çöpçülük yapmış (utandığı için ise soranlara BMW fabrikasında işçi olduğunu söylüyor) ve para kazanarak idealine ulaşmıştır. Ona sınıf atlatan, statüsünü değiştiren son model bir Sarı Mercedes almıştır. Köydeki aşkı Kezban’ın ise hala onu beklediğini düşünerek bir çift de yüzük almış, yıllık izninde memleketine dönmektedir. Birde ölmeden ziyaret etmek istediği amcası vardır. Klasik yol filmlerine nazaran tersten bir akış var gördüğünüz gibi.

 Film aslında yurdum insanının (özellikle bilişsel olarak gelişmemiş)  köylü kurnazlığını, maddiyatla saygı kazanma, hava atma, yapamayanları hakir görme özelliklerine vurgu yapıyor. Bayram, sonradan görmenin bir timsali. Yol boyunca takındığı tavırlar ile bir görgüsüz olduğunu gözümüze gözümüze sokuyor. Çok değil daha ülkeye girişte sınır kapısında yapmaya başlıyor bunu. Pasaport kaydı için arabasını park ediyor. Arabadan çıkıyor ve arabanın sağına soluna park yapan arabaları kontrole başlıyor. Çünkü ''bal kızı'' çizilebilir.  O zaman o yol boyunca düşlediği köyündeki saygın adam profilini nasıl yakalar? Sonrasında arabasının önündeki Mercedes yıldızı çalınıyor. Sonrasında arabalı vapurda haylaz çocuklar tarafından arabası çiziliyor. Ve sonrasında yoldayken arabasının başına gelmedik kalmıyor. Bir laf vardır ya cömertten 1 cimriden 10 gider diye. İşte bayramınki de o hesap J  Her kilometrede Mercedes’inden bir şeyler gitmeye başlıyor. Tam köye varmak üzereyken ise karşısına bir biçerdöver çıkıyor ve ona çarpmamak için direksiyon kırıyor. Bayram, arabasıyla beraber tepetaklak oluyor. Kendisi sağ kurtuluyor ancak Balkız’ın yüzüne bakılacak hali kalmıyor. Kahramanımız yol boyunca başına gelenler ile ve son kertede olanla ruhsal bir çöküntüye giriyor.


Ama o ki Bayram kafasına koymuş bir kez. O Mercedes’i hurdahaş da olsa o köye götürecek, bir yolunu bulunca tamir de edecek.  El âleme de gösterecek, aldığı yüzüğü Kezban’ın parmağına  da takacak.
 Filmin sonunda Bayram köyüne varır. Ne amcası kalmıştır, ne aşkı Kezban ne de köyü. Köyü sit alanı olmuş, amcası ölmüş, Kezban ise evlenmiştir. Bu yol filminin sonunda kahramanımız derin bir hüzün yaşar. Varlıklı olduğunu zannederken, özüne döndüğünde aslında bir hiçlikle baş başa olduğunu görür.
 Filmdeki oyunculuklar çok iyi ve cast seçimi de  başarılı. İlyas Salman’ın ( Bayram) küçüklüğünü, gençliğini oynayan kişiler oldukça benzer bulunmuş. Yol üzerinde çeşitli maceralar yaşadığı kişiler ise (ki büyük ihtimal çoğu da amatör oyunculardı) filme orijinallik katmışlardı. İlyas Salman zaten bu performansı ile en iyi erkek oyuncu ödülünü almış. 

Yönetmen Tunç Okan’ın bir diğer  ses getiren filmi Otobüs de bir yol filmiydi. Yönetmen filmlerinde genel konu olarak Avrupa’ya olan iş göçünü konu ediniyor. Çok az film çekmiş bir yönetmen olmasına rağmen, Tunç Okan gerçekten Türk Sineması için  2 kült filme imza atmış diyebiliriz.



6 Mart 2020 Cuma

YANGINLAR/ INCENDIES




OYUN ADI: YANGINLAR
YAZAN: WAJDI MOUAWAD
YÖNETMEN: MURAT DALTABAN

 Bu bir arayış hikâyesi. Bildiğiniz tüm diğer arayış hikâyelerini unutun. Bu hepsinden farklı. Çünkü burada arayışı tercih edenler kişiler değil, arayış kişileri tercih ediyor.
 Oyun bizi olduğumuz yerden ve zamandan alıp, 1975-1990 arası Lübnan’da yaşanan iç savaşa götürüyor. Bunu efsaneleri ve mitolojik öğeleri kullanarak yapıyor.  İşte tam bu noktada aslında neyle karşılaşacağınızı pek kestiremiyorsunuz. Oyun bir aile hikâyesi üzerinden kurgulanmış. Bunun üzerine tarihi olaylar, mekânlar ve zaman kullanılarak bir harman haline getirilmiş. Bence oyunun sahnede güçlenmesinin sebeplerinden birisi de budur. Klasik ve ajite edilmiş bir Ortadoğu hikâyesinin dışına ancak bu şekilde çıkabilirdi, birçok unsur bir arada kullanılarak. Geçmişi ve bugünü iç içe geçirerek.
 İç savaş zamanı yola çıkmaya zorlanan, kendi topraklarından ayrı topraklarda yaşamaya itilen bir aile. Günümüzde gayet iyi koşullarda yaşayan bu aileyi bir trajedi beklemektedir. Toprağın altını eşeledikçe gözyaşı, şiddet, kan çıkacaktır. Kesişen yollarda bilinmeyenler gün yüzüne çıkacak, acı gerçeklerle karşılaşacaktır bu aile. Daha doğrusu gerçeği bilmeyen aile fertleri. Bunu yazar öyle masalsı, öyle şiirsel yapıyor ki acı bu kadar güzel anlatılabilir miydi diye soruyorsunuz kendinize.

 Murat Daltaban’ın (oyunun yönetmeni) ellerinde de bu güzel 
oyun can bulmuş. Kendi tarzını, alternatif tiyatroda kullandığı teknikleri de şehir tiyatrosunda kullanarak yeni bir soluk getirmiş.
 Ailenin acılı hikâyesini anlatıp büyüsünü bozmak istemem. İmkan bulursanız mutlaka izleyin. İyi seyirler şimdiden…
*Bu arada bu oyun Bursa Nilüfer Belediyesi Kent Tiyatrosu’nun oyunu. Şuan İstanbul Şehir Tiyatroları’nda konuk oyun olarak sahneleniyor. Haberiniz olsun.





21 Şubat 2020 Cuma

La Belle èpoque/ Yeni Baştan


 



    Gitmeye karar verdiğimde bu kadar zevk alacağımı düşünmemiştim bu filmden. İçerisinde 70’ler dönemine ait sahneler olması,  naif bir aşk hikâyesi barındırması, bir yandan komik ama bir yandan da hüzünlendiren bir tarafı olması beni filmin içine çekti. Çektikçe çekti… Kendimi bu filmde bir yerlerde buldum zaman zaman. Oldukça yoğun duyguların içinde olduğum bir dönemden geçtiğim için muhtemelen…

  Biraz da filmden bahsedelim o halde. Sizi önce filmin başkahramanı Victor ile tanıştırayım.  



 Filmin ilk sahnelerinde kendisini bu şekilde tanıyoruz. 60’lı yaşlarında, saç sakal ağırmış, hayattan sıkılmış, aile yemeklerinde uyuklamaya başlamış biri. Bir karikatürist, hala eski usül çizen. Teknolojiyi karşısına almış bir yetenek. Ne dijital platformlarda yer almak istiyor ne de onların neye benzediği hakkında bir fikri var. O yüzden de para kazanma konusunda büyük sıkıntıları var. 


  Bu da  Marianne. Kendisi artık Victor’u beğenmiyor. Onu hızla yaşlandırdığını düşünüyor çünkü Marianne teknolojiyi takip eden, güne ayak uyduran, kendisini genç hissetmek isteyen bir kadın. Victor ise çizgili pijamaları ile yatağa girip eski usul kitap okuyan biri. Bu ona kendisini babaanne gibi hissettiriyor. İşte film tam da bu noktada başlıyor. Victor’u evden kovuyor. (Bunun bir başka nedeni ise kocasını kocasından daha genç  biri ile aldatması)  O an Victor ne yapacağını şaşırıyor. Büyük bir boşluk olduğunu hissediyor yaşamında. Hiçbir şey yapmadığını.  Aklına ise aile yemeğinde oğlunun bahsettiği, sonrasında ise babasına bir hediye olarak verdiği etkinlik geliyor.  Bu etkinlik ne midir? Gelin beraber bakalım. Bu etkinliği yapmaya karar veren Victor bu şekilde görünmeye başlayacak. Tahmininiz var mı? :)




 Kahramanımız bir dönem etkinliğe katılıp, zamanda yolculuk yapmaya karar veriyor.  Bu dönemi de kendi belirliyor. Hatta tam bir tarih veriyor. 16 Mayıs  1974.  Marianne ile tanıştığı gün.  Ekibe tüm gerekli bilgileri veriyor. Ekip de onu bir zaman yolculuğuna çıkarıyor. 

 Bu andan sonra bize de o zamanın ruhunu yaşatmayı başarıyor yönetmen. 70’ler, müzik, dans, özgür ruh, ot halılarına varana kadar her şey düşünülmüş. Kostümler de çok başarılı. Bu dünyanın içine yeniden giren Victor hiç çıkmak istemiyor. O kadar istemiyor ki ona verilen etkinlik süresi bitince bunu devam ettirmek için oğlunun yanında çalışmaya karar veriyor. Bu etkinliklerin bedeli hayli yüksek  çünkü. 

 Neden mi çıkmak istemiyor Victor o dönemden?  Özlem duygusu yüzünden.  Gençliğine, kendinden memnun olduğu zamanlara …Karısının aşık olduğu haline, herkesin birbiriyle yüz yüze iletişim kurduğu zamanlara özleminden...   Filmin ilk sekansındaki Victor artık uyuklayan değil, partide dans eden biri haline geliyor.

  Hepimizin yok mudur böyle anları? Geri dönüp yeniden yaşamak istediği.  Bizi mutlu eden küçük anlar. Kendimize henüz yabancılaşmadığımız, kendimizi hunharca yargılamadığımız zamanlar?
Evet, biz insanoğlu nankörüz. Hatıralara bile nankörlük yapabiliyoruz bazen. Halbuki insanı geçmişi şekillendirir bugün kadar.  Bu filmi izleyin veyahut izlemeyin ama siz de bir düşünün bakalım siz hangi anı yeniden yaşamak isterdiniz böyle bir şansınız olsa?

İvan İlyiç'in Ölümü

    İvan İlyiç'e ölmek mi acı veriyor yoksa ‘’doğru’’ yaşadığını sandığı hayatını ‘’yanlış’’ yaşadığını düşünmeye başladığı andan itibar...