21 Şubat 2020 Cuma

La Belle èpoque/ Yeni Baştan


 



    Gitmeye karar verdiğimde bu kadar zevk alacağımı düşünmemiştim bu filmden. İçerisinde 70’ler dönemine ait sahneler olması,  naif bir aşk hikâyesi barındırması, bir yandan komik ama bir yandan da hüzünlendiren bir tarafı olması beni filmin içine çekti. Çektikçe çekti… Kendimi bu filmde bir yerlerde buldum zaman zaman. Oldukça yoğun duyguların içinde olduğum bir dönemden geçtiğim için muhtemelen…

  Biraz da filmden bahsedelim o halde. Sizi önce filmin başkahramanı Victor ile tanıştırayım.  



 Filmin ilk sahnelerinde kendisini bu şekilde tanıyoruz. 60’lı yaşlarında, saç sakal ağırmış, hayattan sıkılmış, aile yemeklerinde uyuklamaya başlamış biri. Bir karikatürist, hala eski usül çizen. Teknolojiyi karşısına almış bir yetenek. Ne dijital platformlarda yer almak istiyor ne de onların neye benzediği hakkında bir fikri var. O yüzden de para kazanma konusunda büyük sıkıntıları var. 


  Bu da  Marianne. Kendisi artık Victor’u beğenmiyor. Onu hızla yaşlandırdığını düşünüyor çünkü Marianne teknolojiyi takip eden, güne ayak uyduran, kendisini genç hissetmek isteyen bir kadın. Victor ise çizgili pijamaları ile yatağa girip eski usul kitap okuyan biri. Bu ona kendisini babaanne gibi hissettiriyor. İşte film tam da bu noktada başlıyor. Victor’u evden kovuyor. (Bunun bir başka nedeni ise kocasını kocasından daha genç  biri ile aldatması)  O an Victor ne yapacağını şaşırıyor. Büyük bir boşluk olduğunu hissediyor yaşamında. Hiçbir şey yapmadığını.  Aklına ise aile yemeğinde oğlunun bahsettiği, sonrasında ise babasına bir hediye olarak verdiği etkinlik geliyor.  Bu etkinlik ne midir? Gelin beraber bakalım. Bu etkinliği yapmaya karar veren Victor bu şekilde görünmeye başlayacak. Tahmininiz var mı? :)




 Kahramanımız bir dönem etkinliğe katılıp, zamanda yolculuk yapmaya karar veriyor.  Bu dönemi de kendi belirliyor. Hatta tam bir tarih veriyor. 16 Mayıs  1974.  Marianne ile tanıştığı gün.  Ekibe tüm gerekli bilgileri veriyor. Ekip de onu bir zaman yolculuğuna çıkarıyor. 

 Bu andan sonra bize de o zamanın ruhunu yaşatmayı başarıyor yönetmen. 70’ler, müzik, dans, özgür ruh, ot halılarına varana kadar her şey düşünülmüş. Kostümler de çok başarılı. Bu dünyanın içine yeniden giren Victor hiç çıkmak istemiyor. O kadar istemiyor ki ona verilen etkinlik süresi bitince bunu devam ettirmek için oğlunun yanında çalışmaya karar veriyor. Bu etkinliklerin bedeli hayli yüksek  çünkü. 

 Neden mi çıkmak istemiyor Victor o dönemden?  Özlem duygusu yüzünden.  Gençliğine, kendinden memnun olduğu zamanlara …Karısının aşık olduğu haline, herkesin birbiriyle yüz yüze iletişim kurduğu zamanlara özleminden...   Filmin ilk sekansındaki Victor artık uyuklayan değil, partide dans eden biri haline geliyor.

  Hepimizin yok mudur böyle anları? Geri dönüp yeniden yaşamak istediği.  Bizi mutlu eden küçük anlar. Kendimize henüz yabancılaşmadığımız, kendimizi hunharca yargılamadığımız zamanlar?
Evet, biz insanoğlu nankörüz. Hatıralara bile nankörlük yapabiliyoruz bazen. Halbuki insanı geçmişi şekillendirir bugün kadar.  Bu filmi izleyin veyahut izlemeyin ama siz de bir düşünün bakalım siz hangi anı yeniden yaşamak isterdiniz böyle bir şansınız olsa?

19 Şubat 2020 Çarşamba

Özgürlüğe Susamışlar



 Dün Gezi olaylarında sanık durumunda olan kişilerin beraatine karar verildiği haberlerde yer aldı.  Bilgisayarda dosyalarımda gezinirken Gezi Parkı olaylarının  8.günü kaleme aldığım bir yazı karşıma çıktı. Bu vesileyle burada paylaşmak istedim. 







Yaşamak bir ağaç gibi, tek ve hür
Ve bir orman gibi kardeşçesine,
Bu hasret bizim!
 


 Meydanlarda, sokaklarda günlerdir sesini çıkaran bir halka kulağımızı veriyoruz. Anlaşılmaları bu kadar zor değilken, kibir ve küstahlığa bürünmüş tavırdaki iktidar yüzünden olay 8 gündür çözülemeyen bir yumağa dönüştü. Hayır, başbakanın dediği gibi hiçbir şey durulmuyor ve durulmayacak da bu tutum devam ettikçe. Senelerdir toplumsal yaşama yapılan müdahaleler, baştakilerin sorumsuzluğu yüzünden canından olan insanlar ve astığım astık kestiğim kestik tarzındaki yaklaşımlar neticesinde buraya kadar gelebildi bu halk ve artık nefesini tutup içine atamadı, bile bile ölmeyi,  baskı altında kalmayı kabullenemedi.
    
 Bu halk neden bu kadar öfkeli? Çünkü son zamanlarda üzerimize karabasan gibi çöken bu yönetimi istemiyoruz. Yıllardır yaratılan bu korku imparatorluğu halka nasıl yaşaması, nasıl nefes alması gerektiğini öğretmeye çalıştı.  Özellikle kamu kurumlarında daha fazla dayatılmaya çalışılan birçok doktrin tüm bu kitlenin nefes alamaz hale gelmesine neden oldu.  Sosyal hayata el atma noktasında yapılanlar; parklarda nasıl oturmamız gerektiği, alkolü nerede içmemiz gerektiği, alkol alan herkese alkolik muamelesinin yapılması, 15 milyonluk şehirde tek tük kalan yeşil alanın hunharca yok edilmeye çalışılması, şehrin trafiğini en aza indirgemek adına yapılacak 3.köprü için onlarca hektarlık alanın yakıp yıkılması. Tüm bunlar insanlığın yaşam hakkına müdahaledir, özgür bir biçimde hayatımızı sürdürmemize engel olmak için yapılan uygulamalardır.
   Bu milletin %50’si bunlara boyun eğmediği için dışarılarda iktidarı eleştiriyor, biliyorlar ki yaşamak için gereken doğayı katledenlere karşı gelmek boyunlarının borcu. Biliyorlar ki kendi yaşam tarzlarının önüne koyulan engelleri kaldırmak yarınlar için umut kaynağı. Hür bir şekilde yaşamayı istemek kadar doğal bir hak yoktur ve başımızda Hamurabi gibi ‘Dişe diş, göze göz’ diyenler oldukça karşılığını aynı şekilde bulacaklardır.
  Demokratik yaşamı seçen bir halkı, demokratik olmayan tutumla ancak bu zamana kadar kandırabildiniz. Bu belki de bir kanma değildi, bir korkuydu ama bugün artık kimse korkmuyor.  Şu 8 günlük süreçte herkeste oluşan bilinç ‘ Düşüncelerimizi özgürce ifade edebiliriz ve hak, taleplerimizi de bu şekilde dile getirebiliriz.’ Zaten demokratik toplumlarda var olan bu bilinç bizde bastırılmıştı ama uyanan bir halk var şimdi.
 George Orwell’ın yazdığı gibi belki düşünce polisleri paranoyasına kapılmıştı Türk milleti, sesim çıkacakta beni duyacaklar fikrimi öğrenecekler diye endişe duyuyordu. Ama bu korkuyu kendi kendine yok etti 31 Mayıs 2013 itibariyle.
 Yazılacak daha çok şey var ama bu bizim 8 günümüzü özetleyen bir yazı oldu. Yaşananlar sonrası bakıp keşke yaşanmasaydı, keşke bir kardeşimiz ölmeseydi, keşke onlarca yaralı olmasaydı diyoruz ancak bir gerçek var ki ölen arkadaşımızın akrabaları ve yararılar iyileştiklerinde, bu tabloya baktıklarında acının gözyaşlarını değil, gururun gülümsemesini göreceklerdir.  



7 Şubat 2020 Cuma

Turizm Cenneti!













  Türkiye barındırdığı tarihi eserler ile bir turizm cenneti olarak görülüyor hep. Bunda hem fikirim elbette. Birçok medeniyete ev sahipliği yapmış olmasından dolayı, çok geniş bir skalası var tarihi eserler konusunda. Değinmek istediğim ise başka bir mesele. Biz bundan ülke olarak ne kadar faydalanabiliyoruz? Var olan tarihi eserlerimizi koruyup kollama dışında, bunlardan ülkeye bir döviz akışı sağlanması hususunda ne kadar başarılıyız? Çok başarısız olduğumuzu düşünüyorum. Hep dillere pelesenk olmuş bir cümle vardır. ‘’ Bu ülke, bu şehir gâvurun elinde olsaydı bak nasıl korur kollar, daha da güzel hale getirirdi’’ diye. Aslında çok yerinde bir tespit. Alelade söylenmiş bir söz gibi duruyor ancak alt metnine baktığımızda ve biraz yabancı ülke turizmlerini takip ettiğimizde elimize geçenin pek bir şey olmadığını görüyoruz.
  Durup dururken bunu yazmak aklıma nereden mi geldi? Birkaç ay sonra ablamlar bir yurtdışı seyahati planlıyor.  3 Avrupa ülkesini kapsayan bir tatil planı yapmışlar. Beraber araştırma yaparken karşılaştığım şeyler beni hem öfkelendirdi, hem üzdü.
  Mesela Prag şehri.  Tarihi bir şehir.  Dünya Savaşlarına tanıklık etmiş, Komünizm ve yönetimsel sorunlar ile boğuşmuş bir geçmişi var. Masalsı bir kent olarak biliniyor. Çoğu kişinin Yeni Yıl’a girmek için tercih ettiği bir yer. Pekala, gezilip görülecek yerler listesi oluştursak ne var dersiniz?  Eski Kent Meydanı
Prag Kalesi
Köprüler….köprüler… meydanlar ve meydanlar…       
Kiliseler, manastırlar…
Birkaç ünlü kütüphane
Temelde şehrin mimari yapısı aslında insanları cezbeden. Tarihi dokusunu koruyor oluşu.

  Yukarıda saydığım birkaç yer ise giriş ücretleri ile astronomik gelen yerler.  Misal, Barok bir kütüphane olan Klementinum Kütüphanesi. 300 Çek Korunası. Yani bizim paramızla 80tl’ye yakın bir giriş ücreti. Diğer birkaç yeri de hesap ettiğimizde ortaya çıkan gezilecek görülecek yerler hesabı kişi başı 500tl’den fazla bir paraya tekabül ediyor. Çünkü kiliseleri görmek için bile para veriyorsunuz burada.  Prague Card diye bir uygulama var ki bu Pass’lar çoğu ülkede vardır. Daha rahat bir turistik gezi yapasınız diye. 2 günlük olan 62, 3 günlük olan 72, 4 günlük olan ise 83 Euro. Bu kartlar genelde transportu da kapsar. En azından ben Avrupa’da gezerken öyleydi. Prag’da da böyleymiş. Ta ki bu Şubat ayına kadar. Ulaşım ücreti karta dahil iken şimdi çıkartılmış. 3 günlük bir ulaşım kartına da 80tl gibi bir ücret ödüyorsunuz. Bu diğer baktığımız ülkelerde de hemen hemen bu şekilde. Hatta Budapeşte’de bazı tarihi mekan girişlerinde European/Non-European uygulaması var. Yani Avrupa vatandaşı değilseniz daha fazla ödeme yapıyorsunuz. 2 katı kadar. Gördüğünüz gibi turizm bu şekilde yürüyor Avrupa’da. 
  Şimdi bir de bizim cennet ülkemiz Türkiye’ye bakalım ve bir karşılaştırma yapalım. Türkiye’de  yanılmıyorsam geçen Temmuz ayında  %20 kadar biz zam yapıldı müze giriş ücretlerine. Mesela dünyanın en önemli tarihi eserlerinden olan Ayasofya ve Topkapı Müzesi giriş ücreti 60 tl iken 72 tl oldu. Yani gördüğünüz gibi hala bir Klementinum Kütüphanesi olamadı kendisi. Ki 2018 yılında yapılan zam oranı %50 idi. Yani 2018’den evvel hala 40 tl ile giriş yapılabiliyordu bu müzelere. Derdim kendi ülkemizdeki tarihi eserleri yüceltip, diğer ülkelerdekleri alaşağı etmek değil kesinlikle. Turizm politikasını eleştiriyorum ben. Şuan bir turist Museum Pass Türkiye alarak, 450tl’ye ülkedeki en önemli tarihi eserleri görebiliyor. (Ayasofya, Topkapı, Efes, Aspendos, Berhama Akrapol vs vs…)  450tl ise 68 euro. 68 euro ise bir Avrupa vatandaşı için hiçbir şey. Hele ki turistik gezide.  Madem biz Non-European olarak bu ülkelerde farklı ücret politikalarına maruz bırakılıyoruz, peki neden buraya gelen bir Alman yada Avusturyalı bu kadar cüzi miktara bu ülkeyi rahatça dolaşıp üç kuruş döviz bırakıp gidebiliyor?
  Turizm politikasını eleştiriyorum diyorum ama bence böyle bir politika yok bile. Ülke insanının turizmden anladığı tek şey Rus, Alman, bilumum Baltık ülkelerinden tatil için gelen insanlara her şey dahil paket satmak. Bakanlığın turizm politikasından anladığı ise doğal güzellikleri yakıp yıkıp yerine her şey dâhil yeni 5 yıldızlı oteller yapmak. Yazık. Ben bu ülkenin her yönden böyle harcanmasına çok üzülüyorum. Potansiyelin avam bir bakış açısıyla yok edilmesi hepimize zarar veriyor. Sonra da yurtdışı tatili için araştırma yaparken kızıyoruz bu kadar giriş ücreti mi olur diye. Aslında kızmamız gereken kendimiziz. Ne tarihi eseleri koruyabiliyoruz ne de değerlendirebiliyoruz ülke yararına…





4 Şubat 2020 Salı

ARKAS DENİZ TARİHİ MERKEZİ



 

  1800’lü yıllardan kalma tarihi bir binanın içerisindeyiz. Girişte bizi karşılayan denizkızı ve hemen sağdaki Posedion heykeli ile karşımızda duran kocaman bir dümen nerede olduğumuzu hemen hatırlatıyor. Evet, burası Asur-Fenikelilerden günümüze kadar kullanılan birçok ticari, savaş ve seyahat gemisinin maketlerinin, gemi eskilerinin ve tablolarının sergilendiği bir Deniz Tarihi Merkezi.
  Arkas Holding’in yönetim kurulu başkanı Lucien Arkas’ın denize olan tutkusunu bu üç katlı aile yadigârı evde çok net bir biçimde görebiliyoruz.  30 yıllık bir birikimin neticesi olan 115 gemi maketi, 113 gemi eskisi ve 107 tablo ile karşılaşıyoruz. Burası kronolojik bir sıra ile düzenlenmiş. Bu nedenledir ki gezmesi ayrı bir zevkli oluyor çünkü an be an gemilerdeki değişikliklere şahit olabiliyorsunuz.

  Giriş katında
M.Ö 1000 yılından 17.yy’a uzanan süreçte kullanılan gemilerin maketleri var. Türk bayraklı gemilerde bu katta bulunuyor. Savanora, Bandırma, Gülcemal, Şam gibi…
  İkinci katta ise 17, 18, 19 ve 20.yy’da kullanılmış gemilerin maketleri, yıllara göre ayrılmış odalarda sergileniyor. En alt katta hastane, kilise gibi özel amaçlı yapılmış gemiler ile savaş gemileri bulunuyor. Aynı zamanda bu katta gemilerde kullanılmış pek çok eşyayı görebilme şansınız var.
  Şimdi birazda buradaki gemilerin hikâyelerinden bahsedelim kısa kısa. Zira anlatılabilecek çok gemi hikâyesi var ancak ben en çok hoşuma gidenleri paylaşmak istiyorum sizlerle.

                                                         1.LİVADİA GEMİSİ

 Bu gemi 1878 yılında inşa edilmiş. Romanov Hanedanı yatıdır. Alışılagelmişin dışında bir yapısı var. İlk seferini yaptığı esnada bu düz ve geniş omurgasının dalgalara kolayca yenilebileceği anlaşılmış. Bundan dolayı da hep rıhtımlara bağlı olarak bekletilmiş. En sonunda da hurdaya çıkarılmış ve motorları Rus savaş gemilerinde kullanılmış.





2. SANTA MARIA

Kristof Kolomb'un Amerika'yı keşfinde kullandığı 3 gemiden en büyük olanı.



3. GÜLCEMAL VAPURU

 Uzun yol buharlı yolcu gemisi olan Gülcemal'in ilk yapımındaki adı Germanic'dir. Amerika'ya giden ilk Türk bayraklı gemi olarak tarihe geçmiştir. Söküldüğü tarihe kadar 75 yıl hizmet vermiştir. Bu geminin yemek ve dinlenme salonları hayli geniş tutulmuş.  Gülcemal, geniş oyun yerleri, lüks restoranları, göz kamaştırıcı salonlarıyla lüks otellerden de farklı değilmiş.





4. KON-TİKİ

 Kon- Tiki Norveçli bilim adamı Thor Heyerdahl ve beş arkadaşı Güney Amerika'nın batı  kıyılarından Tahti'nin doğusundaki adalara yaptıkları yolculukta kullandıkları sal. Kon-Tiki ne  demek derseniz efsanevi İnka Tanrısı Kon-Tiki'den geliyormuş bu ad. Bu bilgiye ise yıllar öncesinden sahibim. Çünkü bu salın gerçeğini Norveç'teki Kon-TİKİ müzesinde görme şansına sahip olmuştum. Burada da maketini görmüş oldum. 


                                    

GERÇEK KON- TİKİ                            MAKETİ

                                                            

5. TİTANİK

Titanik, İrlanda yapımı bir gemi. O zamana göre sahip olduğu ölçüler alışılmışın dışındaydı. ''Batmaz'' özelliğini almasındaki en büyük etken, kompartımanlar arasındaki su geçirmez levhalardı. Herhangi bir su alımında bu levhalar kapatılarak su geçişi önlenecekti. Ancak Titanik, 14 Nisan 1912'de yaptığı ilk seferinde bir buzdağına çarparak battı. 1517 kişi öldü. Ölenlerin çoğu ise erkekti. Bunun nedeni geminin terkindeki önceliğin kadınlar ve çocuklara olması ilkesiydi. Geminin enkazı ise ancak 1985 yılında bulunabilmiştir. 



İvan İlyiç'in Ölümü

    İvan İlyiç'e ölmek mi acı veriyor yoksa ‘’doğru’’ yaşadığını sandığı hayatını ‘’yanlış’’ yaşadığını düşünmeye başladığı andan itibar...