İvan İlyiç'e ölmek mi acı veriyor yoksa ‘’doğru’’
yaşadığını sandığı hayatını ‘’yanlış’’ yaşadığını düşünmeye başladığı andan
itibaren mi ölmeye başlıyor? Ve ölüm döşeği mi ona bu sorguyu yaşatan? Ölmek.
Amansız bir hastalık... Gün boyu yatmak ve acı çekmek. Bunlar aslında yanlış
hayatın metaforları mı?
Bu kitapta görüp görebileceğimiz tüm klişeler mevcut
aslında. Çok okuyan birine yavan gelecek nitelikte bir içerik bile denebilir.
Niyetim burada kitabı yermek değil.
Vurgu yapmak istediğim şey Tolstoy’un bu kadar klasik bir konuda 85
sayfada tüm bu metaforlarla, içsel konuşmalarla, kendimizi çözmeye yönelten
sorularla bize ne kadar büyük kazanımlar sağladığı.
İvan hep sevimli, başarılı, mutlu olmuş olan biri. Ancak İvan bunun hep böyle olduğunu sanırken, ölümü beklemeye başladığından itibaren işin iç yüzünün hiç de öyle olmadığını görüyor. Çocukluğuna, anılarına döndükçe ve o günlerden bu hasta günlerine doğru geldikçe yetişkin olmakla, bir hayat kurmakla aslında mutluluğun bunlarla ne kadar ters orantılı olduğunu görüyor. Acılar hayattan bir şeyler elde ettikçe azalmıyor. Bilakis etrafımızda insanlar çoğaldıkça, terfi aldıkça, para kazandıkça, bir evimiz, yeni mobilyalarımız oldukça, bir çocuk dünyaya getirip onu yetiştirdikçe bizim mutluluğumuz artmıyor. Hayat sevinci ters orantılı bir şekilde azalmaya devam ediyor. İnsan hayat yolunda ilerledikçe ölüme daha da yaklaşıyor. Bir gün hayatın sona ereceği gerçeği aklımızda belirlemese bile, yaşantımızda kendini gösteriyor. Bir tohumu toprağa atmak, filizlenmesini beklemek, onu sulamak, bir meyve ya da sebze haline gelmesini beklemek. İlk süreçler ne kadar da keyif vericidir değil mi? Peki ya olgunlaştıktan sonrası? Yiyip bitirdiğimiz, aç gözlülüğümüze kurban ettiğimiz o meyve ya da sebze gibi hayatta.
Tolstoy’un olgunluk dönemi eserlerinden olan İvan İlyiç’in Ölümü bize
yaşamlarımızın özetini sunar nitelikte. Okumanızı tavsiye ederim.